28 Ağustos 2013 Çarşamba

Vana çi anîn serê me…



1.Olay
Göçüyoruz.

Her şey tamam… Büyükşehirde ev tutuldu, eşyalar kamyona yüklenip yanına biri verilip gönderildi..

Neredeyse hepsi akraba olan tüm köylü köy meydanın toplanmış, bizi uğurlamak için bekliyorlar…

Minibüse “arabaya binmenin heyecanıyla” ilk binen ben oluyorum, nihayetinde o güne kadar kaç kez arabaya binmişimdir ki? 10 u geçmez herhalde.


Bi akrabamızın krem rengi Ford minibüsü.. Hani şu tombul olanlardan…

 Pencereden olan biteni izliyorum. Annem, nenem diğerlerine sarılıp ağlıyorlar.  Tüm kadınlar ağlıyor artık..

İyi bişey yapmıyoruz sanırım.

Köyden Mardin’e varıyoruz…

Bilen bilir Mardin’in önceden ufak bi otogarı vardı. Onun da tam karşısında meşhur bir dönerci. Orda yemek yiyoruz.  Hayatımda ilk kez döner yiyorum. Şimdiye kadar yediğim hiç bi yemeğe benzemiyor. Şaşkınım ama neşeliyim.

Ama eminim o yemek o sofrada olanların boğazında düğümlenip kalıyordur. Hayatlarındaki en zor yemeklerden biridir. ..

İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz… Gidiyoruz da gidiyoruz.. Bi türlü varamıyoruz, bir türlü bitmiyor o yol.
Göç ettiğimiz güne dair aklımda hayal meyal kalan şeyler bunlar.

Bugün düşününce çocuk ben için bişey ifade etmese de çok zor bir günmüş.

Bizden sonrakilerin hikayelerini düşününce de çok şanslıymışız..

Arkamıza baktığımızda köyümüz yanmıyordu, kimsemiz öldürülmemiş, dövülmemiş, yerlerde sürüklenmemişti, eşyalarımız vardı, hayvanlarımızı satmıştık, öldürülmemiş ya da ahırlarında yakılmamışlardı mesela…

Bi çare kalmamıştık. Ayrılık dışında canımızı yakan bişey yaşamamışız..


2.Olay
Göçtük…

İstanbul’dayız artık..

2 göz bi gecekondudayız, on kişiyiz.

Annemle pazara gidiyoruz. Allah’ım o ne kalabalık? Bağırışlar çağırışlar. Kavga edecekler sanıyorum. Ağzım bi karış dolaşıyorum.

Etrafı seyrederken küt diye pazarın ortasındaki direklerden birine çarpıyorum. Herkes; ait olmadığım bi yerde hiç tanımadığım insanlar bize bakıp gülüyor ya da bana öyle geliyor. Annem beni teselli ediyor.

O “gülünme” halinin kötülüğünü hissediyorum
Üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hala pazara gittiğimde o direklere çarpma gerilimi yaşıyorum. Bunu hayatımda boyunca belki sadece bir kez yaşadım ama unutamıyorum.


Okula başladım.

Dengim olan arkadaşlarıma göre biraz daha şanslıyım. Konuşma evremi kesin göçten önce İstanbul’da çocuklarının sadece Türkçe konuştuğu bi evde geçirdiğim için Türkçem iyi. İlk kez okula gitmeme rağmen, az biraz da okuyabiliyorum.

Genel olarak durumum iyi. Okulla, dille alakalı hiç bi sıkıntı yaşamıyorum.

Ancak bi gün bi arkadaşım bi espri yapıyor. İlk kez duyduğum bi kelimeyi kullanıyor üstelik.

Herkes anlıyor, kahkahalarla gülmeye başlıyor.

 Bi tek ben anlamıyorum.

İnsanlar büyüyor, sesler git gide artıyor ben küçülüyorum sanki.

Hayır, o gün neye güldüklerini hatırlasam bu olay bana o kadar dert olmayacak ama hatırlamıyorum.

Şimdi düşününce ben çok şanslıymışım.

Bir gecekondusu bile olmayanları, her hareketleri birilerinin dalga konusu olanları görünce benim gerilimim bomboşmuş.
Köy okulunda 5 yıl okuduktan sonra kentte tekrar 1.sınıftan başlatılanları, doğru dürüst Türkçe bilmiyor diye kendinden yaşça ufak çocuklar tarafından alaya alınan ve bi süre sonra buna dayanamayarak okulu bırakan eş-dost akraba çocuklarını görünce benim yaşadığımın hiç bişey olduğunu anlıyorum.


3.Olay

Okul tatil oldu.

Arada “memleket” e gitmek lazım. Ailenin bi tarafı orda çünkü.

Yol uzak, yolculuk uzun. Bütün Anadolu coğrafyasını geçiyorsun giderken.

Kaç defa gidip geldik, kaç defa otobüs koridorunda ya da koltuk altında uyudum bilmiyorum.

İstanbul’dan Mardin’e giden otobüsler Gavur Dağları’na şafak vakti varır.  Dağdan ovaya inişte güneş ve genellikle bulutsuz bi gökyüzüne gözünüzü açarsınız.

Tersi yönde de Bolu’da güneş açar ama fark edemezsiniz bile güneşi, çünkü genelde yağmurludur. Hava kapalıdır, soğuktur.

 Geldiğiniz yerle gittiğiniz yerin ne kadar farklı olduğunun işaretidir bu aslında. “Başka bir iklimin insanısın sen”  diye bağırır sanki..

O yolculukların başka bi boyutu daha var benim için. “kamusal alan”da ilk kez Kürtçe müziği oralarda duyuyordum. O zamana kadar hep evde ya da kendi arabamızda dinlemiştim çünkü..

Ve sanki o müzik sadece Mardin’e doğru giderken dinlenirse bi anlam kazanırmış gibi geliyordu bana.

Genellikle de Sabaha karşı, şoför herkesin uyuduğuna kanaat getirdiğinde sesi kısıp bi Şivan Perwer kasedi takar, usul usul dinlerdi.

Bi keresinde tam da bu durumda yanımdan geçen muavine “yaw abê bi söylesene şu şarkıya biraz ses versin” dedim. 

Muavin başka söze gerek yok der gibi baktıktan sonra  “ arabada polis var, gözünü sevem ma başımız belaya girsin..” dedi sadece. 

4.olay

Şehre yerleştik artık..

Çocuk olarak adaptasyon sürecini atlattık.

Artık koşar adım asimile oluyoruz. Okulda onlar bizi asimile ediyor evde, sokakta da biz kendi kendimizi…

Çocuk için kent hayatı büyüklerine göre biraz daha rahat artık.

 Peki ya büyükler? İşte asıl hırpalananlar onlar.

Kadınlar tabir yerinde ise evde mahkûm hayatı yaşamaya başlıyorlar.

Mal-mülk sahibi, üretimi ya da emeğiyle kendine yeten, hatırı sayılır çevresi olan kendi yöresinin saygın insanları kentte elinde avucunda hiç bişey olmadan yapayalnız kalıyor. Bırak saygı görmeyi artık itilen kakılan hor görülen insanlar oluyorlar.

Her yerde görebileceğiniz 5 para etmezler tarafından üstelik. Sahiplik diliyle konuşan iğrenç yaratıklar.. “ sen önce Türkçe konuş, burası Türkiye,  evinizde istediğiniz dili kullanabilirsiniz” gibi pisliklerini kusuyorlar..

Hele ki önceden bildiğiniz o saygın insanları o halde, kent yaşantısının sıkıntısını anlatırken görmek, daha çok koyuyor insana.

Dizini döve döve “law ma vana çi anîn serê me- bunlar ( devlet) başımıza neler getirdi” diyen dayının haykırışları hala kulaklarımda..

Bu acılı adamlar bazen de tesadüfen gelip sizi bulur.

İstanbul’da Kasımpaşa’dayız.  Kentin en karman çorman yerlerinden biri..

Kürtler,Lazlar,Türkler,Çingeneler her bi kesler var yani orda anlayacağınız.

İnşaatta amelelik yapıyorum, nerdeyse her kürt gencinin yaptığı gibi. Yanımda beraber çalıştığımız bi abi var o da Mardinli.

Karşıdan 3 kadın ve bir amca geliyor…

Amcanın giyinişinden anladım ki o Mardinli..

Yanıma yaklaşınca:

Wer xalo wer tu jî mêrdiniyi ne wer – gel dayı gel sen de Mardinlisin değil mi?” dedim

Adam kısa bi şoktan sonra :

Wey laww tu ji ku derketî lo? Te ji ku fehm kir ez ji merdîne me- sen nerden çıktın yahu? Nerden anladın Mardinli olduğumu diyebildi.

Amca kaldırımda yanımıza oturdu. Bi süre muhabbet ettik. 

“ 5-6 ay oldu geleli. Evden dışarıya adım bile atamıyorum. Tanıdığım kimse yok. Boğuluyorum” diye anlattı hikayesini…

Giderken “ law xwede ji we razî be we behna min berda-allah sizde razı olsun, nefes aldım sayenizde “ dedi sadece.


5. olay

Bunca zaman yıl kentte yaşadıktan sonra artık geriye göç başlar doğal olarak.

Gidenlerin bi kısmı tabut içinde döner doğduğu topraklara.

Kentlerin varoşlarında geçen ömürden sonra kesin dönüştür bu.

Son yıllarda mahallenin camisinden ne kadar çok kişi çıktı bu yolculuğa bilmiyorum.

Bizim için en acısını bu sene yaşadık biz maalesef.
 Önce bir amcamın cenazesini gönderdik. Cenaze ile giden bir diğer amcamı da orda kaybettik.

Soğuk,karlı bir günde arkamızda onun,babamın, benin doğduğum evden geriye kalan tek bir duvarın karşına defnedip geldik.

60 yıllık ömrünün 40 yılını bu kentin her köşesinde geçiren birini doğduğu toprağa, babamın tabiriyle “babasına misafir bırakıp “ geri geldik.

Hangisi daha acı bilemedim. Kendi sonunu görmek mi, gidene üzülmek mi?.

Son söz
Göç acıdır abe .

Kendi iradenle de olsa acıdır ve fena acıtır.

Evet ; geldiğimiz yerlerde koşullarımız ne kadar kötü olursa olsun insanın doğduğu yere duyduğu özlem diri tutar o acıyı her zaman.


not: kürt 2.0 dergisinin göç sayısında yazmıştım bunu. 









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder